Bağ bozumu.
Konsolide Denemeler Kasım 26, 2015 0
Çekirdeksiz kuru üzüm paketinden aldığı üzümleri hafif una bulayarak kek hamurunun içine özenle karıştırdı Maria. Dün yaptığı üzümlü kekler hemen tükenmişti, müşterileri bu kekleri seviyor, bazıları elleriyle kekin içindeki üzümleri çıkarıp öylece yiyiyor bazıları ise sadece kuru üzümden istiyorlardı. O da müşterilerinin bu isteğini kırmıyor ve küçük bir tabağın içinde ikram ediyordu bu lezzetli tanecikleri.
Kekleri hazırlayıp fırına sürünce malzemeleri toplamaya başladı ve gözü kaydı üzüm paketine hoş ve güzel bir paketti, yaprak şeklindeki şeffaf bölümünden taneler görünüyordu. Markası takıldı gözüne Sungıft, Türk malıydı ve Manisa Alaşehir’de üretildiği yazıyordu. Türkiye’nin de İspanya gibi bir Akdeniz ülkesi olduğunu biliyordu ve üzüm İspanya’da da yetişiyordu ama bu tadı bu kaliteyi bulamıyordu kendi üzümlerinde. Tesadüfen bir markette görmüş ve denemek için aldığı birkaç paketten iyi netice alınca ve müşterileri de beğenince artık keklerinin vazgeçilmezi olmuştu Türk malı üzüm. Müşterileri deniz kenarında masalarında meşrubat ve çay eşliğinde keklerini yerken soruyorlardı kekini tarifini ve üzümün çeşidini.Evlerinde yaptıklarında bu tadı alamadıklarını belirtiyorlardı. O da markayı söylüyor ve satın aldığı marketi tarif ediyordu.
Merak ediyordu ve internet ten araştırmıştı da üzümün nerede nasıl yetiştirildiğini biraz bir şeyler öğrenmişti. Çok büyük kolaylıktı internet Google arama motorunda Uvas, Grape yazıverince dökülüvermişti bilgiler.
Üzümün tarihi M.Ö. ki yıllara dayanıyordu, Babil Krallığındaki Babil Asma Bahçeleri dünyanın yedi harikasından biriydi, Anadolu yani Türkiye bağcılığın öz vatanıydı, dünyanın en büyük üzüm üreticisi yine Türkiye idi ve önemli ihraç ürünlerinden biriydi. Çekirdeksiz üzüm en çok Manisa vilayetinde yetiştiriyordu dünya kuru üzümünün yarısı Manisa’da üretilmekteydi ve Alaşehir en büyük üretimin yapıldığı yer idi. Gerçi bütün dünya çekirdeksiz kuru üzümün memleketi olarak İzmir’i biliyordu hatta paketin üzerinde İzmir Sultanas yazıyordu. Neyse bu konu Türk’lerin meselesi idi.
Üzümün kuru ve yaş olarak tüketilmesi yanında Türk’lere has lezzetler olarak pekmez, bulama, pestil, lokum, reçel ve köftesinin yapıldığını ayrıca Rakı ve Şarap gibi içki yapımında kullanıldığını da okumuştu.
Yine insan sağlığı açısından iyi bir enerji ve vitamin kaynağı olan ve kekinde kullandığı üzümün, Sultaniye tipi çekirdeksiz kuru üzüm olduğunu ve 18 nci yüzyıl sonlarında diğer çeşit üzümlerden ıslah edilmek suretiyle yetiştirildiğini biliyordu.
Bir de neden Sultaniye denildiğini öğrenmişti. Bu üzüm tadı itibariyle Sultan sofralarını süslemesi nedeniyle, Sultanlara layık görüldüğünden Sultaniye adını almıştı. Eh kendi müşterileri de Sultan sofralarının bu lezzetini hak ediyorlardı. İşte bunları öğrenmişti Maria.
Asıl merak ettiği bu altın sarısı tanecikleri kimler nasıl üretiyordu? Kimlerin alın terleri vardı? Kekinin içine girinceye kadar hangi aşamalardan geçerek Barcelona, Las Ramblas meydanındaki La Gavioto Rest./Cafe nin müşterilerine sunuluyordu. Gerçi bu konuda da bazı şeyler öğrenmişti. Bir gün müşterilerinden biri kekini beğendiğini belirterek annemin keklerini anımsadım demişti. Konuşunca Türk olduklarını öğrenmiş ve üzümü paketini getirerek göstermişti onlara sizin ülkenizin malı diyerek. Müşterisi paketi incelemiş ve gözleri parlayarak Alaşehir benim babamın memleketi, Amcam orada kuru üzüm ticareti yapıyor, Büyük babamdan kalma orada bağımız var, belki de bu üzümler o bağın üzümleridir diyerek bildiği kadar anlatmıştı üzümün yetiştirilmesini ve Bağ Bozumunu. Sonrada söz vermişti bunları öğrenecek ve kendisine gönderecekti. Babası bu konuyu araştırır ve Maria merak ettiklerini öğrenirdi. Defterine yazmıştı bu müşterisinin adını ve e posta adresini açtı ve adını okudu Fırat.
Fırat üzümün hasat zamanının Ağustos ayında başladığını söylemişti yani bu aydı Bağ Bozumu başlamış olmalıydı. Bunları düşünürken mutfağı kaplayan nefis koku artık keklerin olduğunu ve fırından çıkarılması gerektiğini ikaz ediyordu. Deniz kenarında masalar hazırdı müşteriler biraz sonra gelmeye başlardı hazırlık yapmalıydı ara verdi düşüncelerine.
İspanya’dan kilometrelerce uzakta Türkiye’de Alaşehir’de Ağustos ayı sıcaktı hem de çok sıcak ancak akşam serinliğinde gelebiliyordu bağa Ali Dayı. İşleri bitirmişler ve üzümün biraz daha olgunlaşmasını bekler olmuşlardı. Bu gün kararını verecekti, üzümü yaş mı yoksa kuru olarak mı satacaktı. Dolmuştan inince şöyle bir baktı bağa. 20 dönümden fazlaydı, sıra sıra asmalar, yüksek tel sistemi ile yerden havalandırılmış ve altın sarısı üzümler yemyeşil yaprakların arasından parıldıyordu. Bağ sanki yeşil bir gelinlikle örtülmüş gibiydi, gergi telinden aşağıya sarkan çubuklar duvağı, üzüm salkımları ise geline takılan altınları andırıyordu.. Asmanın kökünden bir metre yükseklikten itibaren çubuklar tele sarılmış ve her çubuktan dörder beşer üzüm salkımı sarkıyordu, bazıları neredeyse bir kilo gelirdi. Karısı ile beraber bir yıl uğraşmış ve bu güne getirmişti bağı.
Yemyeşil asma yapraklarının ve altın sarısı üzümlerin arasından yürüyerek dolaşmaya başladı. Bu sene üzüm azdı ve bir bölümünde de Basra hastalığı vardı ve önleyememişti bu hastalığı. Hava şartları kötü olmuştu bu yıl, yağmur, nem ve sıcak ile birleşince üzümün üzerine yapışmıştı lekeler, bozulmuştu üzüm ama fazla değildi bölüm bölümdü hastalık. Şöyle bir baktı salkımlara taneler dolgun salkımlar irice idi ama yinede azdı üzüm. Bu şartlarda yaş satma şansı fazla yoktu, belki seçmece verebilir geri kalanını kurutarak satardı ama kafasından hemen sildi bunu. Geçen yıllarda üzümü yaş olarak satmıştı, sattığı komisyoncudan üzümün parasının bir bölümünü daha alamamıştı. Bu sene böyle bir riske giremezdi. Yaş üzüm satmanın böyle bir riski vardı, yaş üzüm alıcıları dışarıdan geliyor, pazarlık yapıyor kesim esnasında bir bölümünü ödedikten sonra sırra kadem basıyordu ve sen elinde senetle, çekle kalakalıyordun. Geçen yıl Tepe köy’de 1-2 milyon TL ödenmeyen para olduğu söyleniyordu ve daha geçen gün bu yıl yaş olarak satan bir kişinin 15 bin lirasının ödenmediğini duymuştu. Kuru üzümde ise bu risk çok azdı hatta kendisi için hiç yoktu üzümü vereceği tüccar bağın damadıydı.
Baştanbaşa dolaştı bağı sonra geldi kulenin gölgesine, yaktı bir sigara, su çekti tulumbadan. Su gelmiyor, tulumbanın kolu boşa inip kalkıyordu su çekilmişti, yandaki testiden biraz su koydu tulumbanın haznesine tekrar sarıldı tulumbanın koluna ilave ettiği su borudaki suyla birleşince akmaya başladı. Avucuna doldurduğu suyu suratına çarptı, serinlendi, dinlendi, düşündü taşındı ve kararını verdi haftaya kesecekti üzümü. Üzümü kuru olarak satacaktı, biraz masrafı fazla olacaktı ama en hayırlısı buydu. Cebinden takvimi çıkardı baktı 15 Ağustos Cumartesi günü bağ bozumu için uygundu. Önünde bir hafta vardı bu zaman içinde üzümler biraz daha olgunlaşır, sararır ve kilo basarlardı. İşçiler için hemen hazırlık yapmalıydı neredeyse diğer bağlarda kesime başlardı ve işçi bulmak zorlaşırdı. Şöyle bir hesapladı 25-30 kişi yeterdi. Birde beye haber vermeliydi, beyin ağabeyi de gelmek istiyordu kesime, bağ bozumu ile ilgili bir şeyler yazacakmış galiba.
Bir hafta çabucak geçti korktuğu olmamış ne yağmur yağmış ne de Basra ilerlemişti, aksine üzümler daha bir güzelleşmişti. Sabah ezanı ile yola koyuldu minibüsle toplayacaktı işçilerin bir bölümünü diğerleri ise kendi motorları ile gelecekti. İşçilerin bir bölümü kendi akrabaları idi eşi, kızı, oğlu, torunları. Ancak masrafları böyle kısabiliyor ve onlarında bütçelerine bir katkı sağlıyordu. Diğer işçilerde yabancı değildi komşularıydı. Eskiden şehirde oturanlar üzüm işine gitmezler bu işi dışarıdan gelen ve kırlı denilen işçiler yaparlardı. Ama son zamanlardaki ekonomik zorluklar komşularını da işçi olarak çalışmaya mecbur etmişti
Bağ hazırdı kesim için, Ali dayı bir yıl bu gün için hazırlamıştı onu. Daha üzüm salkımlarının üzerindeki çiğ duruyordu kütür kütürdü üzümleri. Sağımı bekleyen koyun, keçi, inek gibi bekliyordu kesicileri. İşte kapı girişinde göründü minibüs içinde bir dolu amele ile başlarında Ali dayı. Onlardan önce oğlu Necati ve torunu Enver gelmişler ve bazı malzemeleri taşımışlardı sergi yerine sonrada muhabbete başlamışlardı beyin ağabeysi ile o da erkenci idi. Minibüsten inenler daha önce gelenlerle kucaklaştılar, merhabalaştılar ve hemen sergi yerinde öbekler halinde oturup çıkınlarını açtılar Allah ne verdiyse domates, biber, peynir, zeytin. Termosta çay getiren bile vardı kahvaltılarını yapmaya başladılar.
Demirci Bekir’in bağı idi burası, bağın geçmişi çok eskilerdeydi Pavloz’un bağı diye bilinirmiş, şimdi yıkılmış olan giriş kapısındaki büyük taş kemeri ile meşhurmuş. Pavloz’un torunları yıllar sonra Yunanistan’dan gezmeye geldiklerinde hatıralarını yad etmişler burada, bağlarının daha büyük olduğunu ve şu anda ikiye üçe bölünmüş olduğunu söylemişler. Demirci Bekir’den sonra miras yoluyla oğlu Tevfik’e kalmıştı. 1995 yıllarında bağı yeniden dikmişti Hacı Tevfik. Dikmişti ama çok yorulmuştu. Her gün Kemaliye yolundaki bağa atıyla gelmiş işçilere nezaret etmiş, sabırla tam 4 yıl beklemişti tam verimle üzüm alabilmek için tam anlamıyla koruktan helva yapmıştı ama değmişti emeklerine.
Hacı Tevfik için eski bağı sökmek kolay olmamıştı, yaşlıydı asmalar ama hakkından gelmişti sonra tesviye yaptırmış ve çukurları açtırdıktan sonra büyük bir özenle ve iştahla çubukları daldırıvermişti çukurlara ertesi günde bol su vermişti. Şöyle bir bakmıştı yenicesine bu çelimsiz ince çubuk parçaları büyüyecek asma olacak ve üzüm verecekti.
İlk yıl sürdü, çapaladı, sıvadı, ızgara yaptırdı, otlara müsaade etmedi ve yılsonunda semeresini aldı. Patlamıştı taze filizler ve tutmayanlar belli olmuştu, bir kısmını değiştirdi bir kısmı ise geç olmakla beraber filizlendi yapraklandı. İlk yıl başarılıydı çubuktan patlayan her göze seviniyor keyfine keyif katılıyordu.
Ertesi yıl işi daha zordu filizlenen çubuklardan ikişer göz bırakıp gövdenin kalınlaşmasıyla 30-40 cm olduğunda çubuklardan en güzel yağlı çubuğu ayıracak diğerlerini keserek bu çubuğun kalem gibi çıkması için kargıya bağlayacaktı. Uzayınca ve tel altına gelince çubuğun kafasını kıracak ve yana iki çubuk bırakacaktı. Yaptı da hepsini yine çapaladı, sürdü, suladı birde ilaçladı kükürt ve göztaşı idi ilaçları. Ama ileriki yıllarda biliyordu bu ilaçlar yetmeyecek ve yeni ilaçlar atacaktı zehirdi bunlar ama mecburdu bağı dikmek kolaydı zor olan bakımıydı.
Artık 3ncü yılda geçen yıldan kalan çubuklar budak haline gelince tele bağlanacak ve üzüm vermeleri beklenecekti Allah nasip ederse masraflarının bir bölümünü de çıkarabilecekti. Bu yılda budadı, araladı, dip çapası, toz çapası suydu ilaçtı derken baharla beraber çubuklarda ilk doğuşu gördü verimliydi artık hormon kullanma ve ilaçlamada çok dikkatli olmalıydı fazlası zarar azı ise üzümün yeteri kadar gelişmesine engeldi. İlk salkımı eline alıp ta tarttığında gözünden bir damla yaş aktı işte başarmıştı ve bu ilk salkımı çocukları ve eşiyle paylaşmalıydı birkaç salkım daha kesti ve atının heybesine koyup gururla evine doğru yola çıktı işte diyecekti ailesine emeğimizin karşılığı.
4ncü yıl ise bağ gelişimini tamamlamış bir yıl öncesinden bırakılan çubuklar bedenen gelişmiş ve asmalar güçlenerek kendini göstermişti. Artık hedefi dönümünde 600-700 kg üzüm alacak bağ haline getirmekti bu yeniceyi, yapardı da güçlüydü kuvvetliydi ve işi biliyordu.
İşte bu gün kesimi yapılacak olan bağın hikâyesi buydu. İşçiler Ali dayının hadi bakalım gün doğmadan başlayalım kesime komutuyla alel acele topladılar çıkınlarını ve hemen kesiciler kelterleri kapıp daldılar ilk sıra asmaların arasına. Kelter taşıyıcılar ise biraz hafiften aldılar bağa girmeyi hele biraz kessinler di kesiciler bu arada birer sigara yaktılar sonra zamanları olmayacaktı.
Ali dayı ise bandırmacı ile bandırma suyunu hazırlamaya başladı bandırma kazanın başında. Bandırma suyu kimyevi bir madde karışımı idi. Üzümün çabuk kuruması ve sarı renk alması için, üzüm bu karışıma bandırılarak serilecekti. Potasyum karbonat yazıyordu Kore imali naylon torbanın üzerinde. Besmele ile başladı, bereketli olsundu. 100 litre suya 5-6 kg. Potasa koyacaktı. Su bandırma kazanında hazırdı önce bir tenekenin içinde karıştırdı potasayı ve suyu. Sonra kazana aktardı ve karıştırdı. Tekrar tenekeye bir miktar karışım aldı ve az su ile karıştırdığı zeytinyağını azar azar dökmeye başladı karışımın içine. Zeytinyağı üzümün kabuğuna esneklik verecek ve çatlamasını önleyecekti karışım da hazır olunca aktardı kazana ve hepsini bir güzel karıştırdı ve bome derecesini ölçtü 4 dereceydi ve hazırdı bandırma suyu.
Üzüm kelterler içersinde bu karışıma bandırılarak serilecek ve kurumaya bırakılacaktı. Kafasını kaldırdı ve sigara içen keltercileri gördü, hemen dağılsınlar dı asmaların arasına, bandırma suyu hazırdı kesicilerde doldurmuşlardır kelterleri İkiletmedi kelterciler biraz sonra omuzlarında ikişer kelter ile göründüler. İki kulplu(saplı) küfe biçimindeki büyük sepet olan kelterler eskiden kargıdan yapılır ve ağır olurdu buna rağmen 6 kelteri taşıyan kelterciler vardı ve bunlar kesici kızlara nefes aldırmazlardı hadi çabuk doldurun bak bekliyoruz diyerek. Şimdiki kelterler plastik ve hafifti. 30 lira ya da ancak taşınırdı.
Bandırmacı Mustafa, Ali Dayı’nın kardeşi idi karşı dağdandı Kula’nın Konurca köyünden, yaz sezonunda geliyordu ovaya. Kolay değildi bandırmacılık. Önce sarı renkli bandırma kelterlerini dizdi ayakucuna. Kelter taşıyıcılarının beyaz kelterler içinde getirdiği üzümler sarılara aktarılacak böylece kelterler karışmayacak ve taşıyıcılar hep kuru kelterle çalışacaklardı. Sonra eldivenlerini taktı ve ya bismillah deyip daldırdı kelterleri bandırma suyuna, bir sağa bir sola çevirdi dört beş kere sonra kazandan çıkarıp bandırma tahtasının üzerine uzatıverdi burada suyu süzülecek ve bu işlem gün boyu sürecekti. Kolları yorulacaktı ama işi buydu ve en fazla gündeliği o alacaktı 45 TL.
Necati bandırma tahtası her iki tarafta dolunca ve suları süzülünce iki kelteri kaptığı gibi sergi yerinin başına doğru adeta koşarcasına gitti. Sericiler hazırdı beton üzerine serdikleri naylon üzerine dökülecek üzümü bekliyorlardı. Besmele ile başladı onlarda üzümü sermeye, üzüm salkımının başından biraz koparıp taneledikten sonra uzunlamasına yatırıyorlardı sergiye sonra diğer salkımlar yan yana ve aşağıya doğru geri geri gidiyorlardı.
Ali dayının eşi Zeynep sericilerin başı idi yanında bir yardımcısı vardı diğer sergi yerine geçince beşleyecekti sericileri. Zordu üzüm sermek, hep eğilerek çalışıyordu yıllarca bu işi yapmıştı. 25 gün üzüm serdiği olmuştu hiç yerden kalkmamacısına acısını şimdi çekiyordu ayakları tutmuyordu artık şimdi üzüm sermeyi başlatıyor sonra geri çekiliyordu.
Bandırma kazanından gelen üzümler sergiye yatırılınca serginin üzeri altın sarısı bir renkle kaplanmıştı. Bu renk gündüz güneş ile kavrularak değişecek önce kızaracak sonra bakır çalığı sonra sarıya çalan kahverengiye dönecekti. Parmak iriliğindeki üzümler kuruyunca büzüşecek ufalacak ama tadından ve enerjisinden hiçbir şey kaybetmeyecekti. Yeter ki yağmur yağmasın, en büyük korkuları buydu bütün emekleri boşa giderdi küçük değildi sergi, üzerini örtemezlerdi böyle bir durumda yapacakları tek şey vardı yağmurdan sonra tekrar bandırma suyu ile üzümü üstten ilaçlamak yani şerbet vermek.
Dört sergi vardı dolması gereken öğleye kadar bitirmeliydi yarına da kalabilirdi hava sıcaktı ve işçileri fazla sıkıştırmaya gelmezdi zaten işçi zor bulunuyordu. Bir anda birkaç yerden ses yükseliverdi kesiciler ‘boş kelter, boş kelter’ diye sesleniyorlardı. Kesiciler hızlı idi taşıyıcıları ve bandırmacıyı hızlandırmalıydı. Gerçi ilk başlangıçta hep böyle olurdu, hızlı başlarlar sonra her şey normal hızına dönerdi hele şu ilk sergi bir doldurulsundu.
Necati’yi keltercilere takviye verdi, oğluydu İzmir’de inşaat demircisiydi bu gün yardıma gelmişti güçlü kuvvetli ve hızlı idi, bir anda üç kelterle çıkmıştı asmaların arasından diğer keltercilerde onu görünce gayretlenmişti. Torunu Enver bile dayısına özenmiş üç kelteri yüklenmişti ama dayanamazdı hele biraz daha taşısın sonra yorulur ve normale dönerdi. Diğer torunu Cihangir de buradaydı o yağlı kelter çekiyordu sericilere. İkisi de meslek lisesinde öğrenciydi okumalarını ve iyi bir mesleklerinin olmasını arzu ediyordu bu bağcılık çekilir iş değildi. Göz ucuyla torunlarını gözlerken kızıyla göz göze geldi üzülüyordu kızı, çocukları yoruldukça zaten biraz sonra onları bir kenara çeker ve dinlenmelerini sağlardı hele Enver yarım ekmek içi domates peynire dayanamaz gölgede biraz kestirirdi bile. Cihangir ise aynı zamanda futbolcu idi biraz daha güçlüydü ve çenebazdı durmadan dayısına laf yetiştiriyordu modern bir meddah dı sanki ama o da biraz sonra bir gölge bulurdu kendine. Kesiciler Cihangir’in dayısına takılmaları ile eğleniyor hızla makaslarını üzüm salkımlarının sapına daldırıp üzümleri kelterlere dolduruyorlardı en kolay iş onların dı ama gündelikleri de azdı 25 lira alıyorlardı.
Ali dayı göz yumuyordu torunlarına kendisi babasından aynı anlayışı görememişti. 60 yaşındaydı Kula’nın Konurca köyündendi. Gençliğinde koyun, kuzu güdüyordu babası elde avuçtaki tarlaları bitirmişti kalanlara da ortağız demişti ama bu ortaklıktan bir şey anlamamıştı, el yeri ekmiş olmamıştı. Rençperdi, arpa buğdayı vardı ama yeterli değildi kararını vermiş ve 80 li yıllarda Alaşehir’e göçmüştü. Ben yörüğüm dağdan geldim ne anlarım bağdan demiş, önce terlikçilik yapmış ama sonra öğrenmiş bağcılığı. Ortak bağ bakmaya başlamış ve yıllar sonra teklif gelmiş Hacı Tevfik ’in bağına bakması için.
Görüşmeyi damadı ile yapmış ve Halil Bey önce verimkâr olmamış atı veya traktörü yok diye, sonra anlaşmışlar o gün, bu gündür bağda ortakçı. İlk günlerini hatırlıyor bağla çok uğraşmıştı çayır, kanyaşı ve kamış kaplamıştı etrafı bağ görünmüyordu. Çift, çapa, sıvama ve ızgara ile önce bağı meydana çıkarmış ve Tevfik Bey’in eşi Suzan Hanım bağı bu halde görüp Allah senden razı olsun deyince tüm yorgunluğu gidivermişti.
İlk yılda pek verim alamamıştı bağdan, üzüm tamamıyla kesilince bağı Kasım sonuna kadar kendi haline bırakmış yapraklar dökülmüş ve çubuklar kurumuştu. Hemen budağa başlamış, çubukları toplamış içinden ebelileri ayırtarak hava almayacak şekilde gömmüştü Mart ayında boşluk olan yerlere dikecekti bu arada yeni bağ dikmek isteyenler olursa onlara verecekti. Fazla çubuk zararlıydı bağ için sonbaharda aralar birbirine yakın dalları keserek budar genç çubukları yerinde bırakırdı. Budağın ipini bağladıktan sonra sürmüş, çapalamış sulamış bağ otlandıkça dibini açmıştı asmaların.
Şubat ayında gözler patlamadan basraya, kömüre karşı Göztaşı atmıştı bağ Kükürtle, Göztaşı ile hayat buluyordu bunlar olmasa yapraklar bozulur lekelenir, çürür, delinir ve çiçekler lekelenirse artık işi zordu.
Mart ayında ise çapa yapmıştı. Çapa kanyaşını, yaban otlarını temizliyor, toprağı havalandırıyor, otların toprağı sıkmasına mani oluyordu çapa ve çift sürmek mutlaka gerekliydi. Mayısın 5-6 sına kadar ilaç mutlaka asmaların üzerinde bulunmalıydı tulumbayla veya tozla kendi atıyordu ilacı.
Sonra ilk doğuş oluyordu ve salkım büyütme hormonu atılıyordu çiçekten çıkarken tane irileştirme hormonu. İlk yıllarda bu hormon işini pek sevmişlerdi taneler irileşiyor sulanıyor ve kilo basıyordu vermişlerdi hormonu ama ne zaman fazla hormonun sağlığa zararları meydana çıkmış Avrupa’dan üzümler dönmeye başlamıştı şimdi akıllanmışlar ve yeteri kadar kullanıyorlardı hormonu ve zararı da yoktu. Asıl tehlike zehirde idi önceleri sadece kükürt ve göztaşı kullanırken şimdi kullandıkları ilaçların haddi hesabı yoktu bir ilaç bir başka hastalığa sebep oluyor onu önlemek için diğer ilaç kullanılıyordu. Zaten Avrupalı bunun standardını da belirlemişti fazla zehir çıktımı almıyor geri gönderiyordu. Tabii bu işlemler yaş üzümde idi. Türkiye’de zehir ölçümü yapıldığını duymamıştı ne kesilirse o gün piyasaya gidiyordu, en erken bir hafta önce zehir atılmış üzüm kesilir koşuluna uymayan alıcılar duyuyordu. Dün ilaç atılmış üzümü kesiyor, ertesi gün sofralara gönderiyorlardı.
Üzüm koruğa dönünce başlıyordu artık zehir faslı kurda, böceğe karşı sonra 20 gün arayla yenileniyordu. Bir taraftan üzüm olgunlaşıyor kesilecek kıvama geliyor ve kendini koyuvermemesi için bağı suluyordu. Bu arada üzümlerin olgunlaşması için güneş görmesi lazımdı ve üzümü örten yapraklar da temizleniyordu. Artık kesim gününe kadar su ve balgam ilacı veriyordu. Sonraki yıllarda da aynı usulleri uygulayarak bu güne gelmişti. Bu işleri yaparken en büyük yardımcısı karısıydı kendi yapabilecekleri işleri beraberce yapıyorlar diğerlerinde işçi tutuyordu.
Arkasından gelen bir sesle irkildi Ali dayı, Halil beydi, bağın içinden elinde bir poşetle çıkıyordu şaşırdı. Bey kolay kolay bağın içine girmezdi yaklaşınca anladı o sırada biber vardı onlardan toplamıştı. Geceden gelmişti ailesiyle ve bağda kalmışlardı ağabeyi de vardı. Bağ işinde birbirlerine zıttılar, Bey ne kadar bağdan uzaktaysa ağabeyi o kadar yakındı, sabah ezanında geldiklerinde sergi yerindeydi, kesicilere boş kelter taşıyor, yağlı kelterleri aktarıyor, bandırma yapıyor, üzüm kesiyor, her daim işçilerle konuşuyor onların yaşantılarını öğrenmeye çalışıyor, bir taraftan da notlar alıyordu bir şeyler yazacaktı kendisine öyle söylemişti. Üzüm kesicileri ile muhabbet ederken duymuştu, kızını ve eşini ziyarete gelen bir adama sormuş sen ne iş yapıyorsun diye adamda cevap vermişti “senin gibi ameleyim” diye. Yanındakiler gülmüştü bu benzetmeye ve keltercilerden biri patlatmıştı lafı “Ağanın yanında elini, âlimin yanında dilini tutacaksın”. Kesicilerden biri ikiz taneli üzümü uzatmıştı bereket demekti bu müjdesini istemişti. Önce anlamamıştı sonra içeri gidip beyin hanımından öğrenince anlamını kesicinin eline tutuşturmuştu müjde parasını o’da “bereketi Allah’tan” deyip parayı önce yere atmış sonra cebine koymuştu adet böyleydi. Sergi yerinde sergici kadınlar beşleyince onlara beşi bir yerde adını takmış ve el arabasıyla üzüm taşımıştı onlara. Değişik adamdı bu beyin kardeşi ama yaptıklarından mutlu olduğu yüzünden okunuyordu. Madem mutluydu bırak istediğini yapsın dı.
Güneş epey yükselmiş ve yorgunluk belirtileri başlamıştı özellikle taşıyıcılar ve sericiler yorgundu, bandırmacı iki kişi ile değişiyordu kesicilerin boş kelter seslenişlerinin yerini su, su sesleri almıştı. Gökhan ve Mehmet Ali bağın sakalarıydı ikisi de ilköğretim okulu öğrencisiydiler anneleriyle gelmişlerdi. Ellerinde termoslar bağın içinde dört dönüyor su yetiştirmeye çalışıyor, boş kaldıklarında kelter taşımaya özeniyorlar ama onlar için ağırdı ve yoruluveriyorlar bir asmanın gölgesinde su istenmesini bekliyorlardı.
Bir de Umut vardı bağın maskotu üç yaşındaydı, önceleri annesinin peşinde badi badi dolaşırken kelimeleri yarım yarım söyleyerek herkesi güldürüyor yorulunca da uykuya dalıyordu sineklere aldırmadan.
Arka taraftaki ocaktan dumanların yükseldiğini gördü Ali Dayı baktı bey çubukları, çırpıları tutuşturmuş kızartma yapıyordu. Çubuklar bağın yakacağı idi arasına birde birkaç asma kütüğü attın mı közünde her şeyi pişirebilirdin. Bey bağın içine girmezdi ama boğazına düşkündü öğle yemeği hazırlığına başlamıştı demek ki. Kızartma işi bitince kızlar doğradıkları domatesleri kaynattılar, salça hazırlıyorlardı becerikliydi bu iki kız kardeş Adile ve Sema, rahmetli Hacı Tevfik Beyin kızları, bağın sahipleriydiler ama kendi işlerini kendileri görürler ve kesim boyunca işçilere çay kahve servisini eksik etmemişlerdi. Eskisi gibi şehirdeki evlerini bırakıp Haziran ayında bağa gelip, Eylül’de dönmüyor, bağa göçmüyorlardı. Ama Sema sık sık bağa geliyor yaz sıcağını bağda serinlikte ve yeşillikler arasında geçirmeyi seviyordu.
Büyük sergide dolmuş ve öğle olmuştu paydos vakti geliyordu son bir gayret verdi kesicilere Ali Dayı, son sırayı da gösterdi. Yeni sergiye birkaç sıra serince tamamladı kestirmeyi, eldekilerde serilince bu günkü işleri bitmişti. Sıra sıra dizilmiş asmaların arasından çıkıverdi kadın kesiciler, erkek taşıyıcılar. Hedefi ele geçirmiş muzaffer bir komutan edasıyla şöyle bir baktılar sergi yerine nasılda parıldıyordu üzümler. Bağ içinde kestikleri asmalarda ne çubuklarda ne de yerde tek bir üzüm tanesi bırakmamışlardı işte hepsi sergi yerinde yatıyordu ellerine sağlıktı bereketli olsundu. Ellerini yüzlerini yıkadılar öğle yemeği için çıkınlarına uzanmışlardı ki gençlerden ikisini bağ kulesine çağırdılar. Pide yaptırmıştı Sema ve Adile ölmüşlerinin ruhuna bunları dağıtsınlar dı ayran ve tatlı da vardı. Herkes bir gölgede bulduğu yere çöktü, yorulmuşlardı hele bir karınlarını doyursunlar eve gidince dinlenirlerdi yarın yine üzüm kesmeye gideceklerdi. Ali dayı yemekten sonra ölmüşlerin ruhuna bir dua okudu minibüste gelmişti ve işçilere birer poşet içersinde evlerine götürmeleri için üzüm verdi hak etmişlerdi helalleşti ve gönderdi minibüsü. Sergi yerinde kalan bölümü artık yarın 5-6 kişiyle hallederlerdi.
Ali dayı her şey yolunda giderse 8-10 gün içinde kaldırırdı üzümü. Bu süre içinde de tırmıkla karıştıracak ters yüz ederek her tarafının güneş görerek kurumasını sağlayacak, büyük çöpler ayıklanacak daha sonra küçük öbekler haline getirilen kuru üzümler iyice çöplerinden ayıklanarak büyük öbekler haline getirilecek ve nihayet bandırma kazanı ters çevrilerek rüzgârlı bir havada savrularak çuvallara doldurulacaktı. Bey fiyatların iyi olacağını söylemişti. Çuvallar Halil beyin dükkânına gittikten sonra yeni bir serüveni başlıyordu üzümün. Oradan da üzüm işletmesine gidecek son derece modern aletlerle kimyasal ve fiziksel analizleri yapılacak, yıkanacak, ayıklanacak, kurutulacak, paketlenecek metal kontrolü de yapıldıktan sonra da yurt içi ve yurt dışında satışa sunulacaktı. Duyuyordu Türk üzümleri yurt dışında çok tutuluyor özellikle kek yapımında kullanılıyormuş. Neden olmasın belki onun üzümleri de günün birinde yurt dışında mesela İspanya’da kekin içine girmesin. Yeter ki onlar beğensin ve afiyetle yesinler. Ali Dayı’nın hayatı buydu toprak ve üzüm.
Maria son müşterisi de gittikten sonra kapıyı kapadı, perdeleri çekti ve bilgisayarının başına geçti işleri son günlerde yoğundu ve elektronik postalarına bakamamıştı. İşte aradığı ve beklediği nihayet gelmişti başlığı Bağ Bozumu idi Türk müşterisi Fırat söz verdiği gibi göndermişti. Yazdığı kısa notta gönderdiğinin babası tarafından yazılmış bir öykü olduğunu, merak ettiği soruların cevabını bu öyküde bulabileceğini ve öyküyü İngilizceye çevirirken kısalttığını bildiriyordu. Kendine bir kahve yaptı yanına da kalın bir dilim kek kesti ve okumaya başladı Bağ Bozumunu ve Ali Dayı’nın hikâyesini.
21.08.2009
Hasan Zeki Sungur/
Egemenliğe sahip olmanız yetmez. Her türlü yetki ve güce sahip olmanız da yetmez. Geleceği sırtlayacak, belirleyecek uzun vadeli gerçekçi ve akılcı oyunlar kurmuyorsanız,kuramıyorsanız. Kurmak zorundasınız. Değişimi yaratan ve yöneten olmalısınız. Birincil kültür olmanın ve varlığınızın devamının kuralları bunlardır. Yoksa. Baştan kaybettiniz demektir. Tabiki bunlar sermayenin ideolojisine ve sermayenin kimlerde olduğuna bağlıdır. Bu toprakların son üçyüz yıllık tüm sorunlarının ve başına gelenlerin nedeni budur. Unutulmaması gereken işe şudur. KISACA SERMAYE ÖNEMLİDİR. DAHADA ÖNEMLİSİ KİMLERDE OLDUĞUDUR.
Faik ÇALTILI. Finans ve yönetim danışmanı.
Paylaş :
Kaydol:
Kayıt Yorumları
(
Atom
)
Yorum Gönder